15 Mayıs 2023 Pazartesi




   Bitmedi, sürüyor kavgamız…




Seçimin ilk turu bitti, ikinci tura kaldık. Yüzde 49’a 45 gibi bir durum söz konusu. Haliyle muhalefet tarafında bir yenilmişlik duygusu var ama sırası değil, 15 gün sonra bir daha sandık koyacaklar önümüze. 
Bu süreçte negatif yorumlardan kaçınmalı, özellikle sosyal medyada birbirimize girmememiz gerekiyor. 15 gün geçsin, sonrasında dökeriz eteklerdeki taşları. 
Bu düşüncelerle herkese ayrı ayrı cevap vermek, twitter’da floodlar yazmak yerine bu blog sayfama üfüreyim dedim fikirlerimi, düşüncelerimi. Çala kalem yazdım, oranlarda, sayılarda ufak tefek hatalar olabilir, cümleler düz, basit gelebilir, ayrıntıya takılmayın, büyük resme bakın...Buyurunuz:

Millet İttifakı Değerlendirmesi:
Kılıçdaroğlu kapsayıcı, doğru, sıcak, samimi bir seçim çalışması yürüttü. Son döneminde adam doğru siyaset dilini yakaladı. Bana göre KK adaylığı doğruydu, bunun hakkını da verdi. Ancak altılı masanın küçük ortakları yüzde 1’lerde olan halleriyle çalışmadılar, aldıkları sandalyelerin hakkını KK’ya oy olarak veremediler. O sebeple bu partilerin ayrı listelerle seçime girmesi gerekirdi, bunu şimdi daha iyi görüyoruz. Yok, CHP listelerinden giriyorlarsa o sağcı partilerin liderleri, AKP’nin oy deposu olan Erzurum, Yozgat gibi illerde kamp kurmaları, o kentlerden oy toplamaları gerekiyordu, yapmadılar. Sarıgül ile dalga geçtik ama o Erzincan’a kamp kurarak, CHP’yi o kentte birinci parti yaptı. Bu 15 gün zarfında bu sağcı liderleri doğu illerine ve Karadeniz’e her birini tek bir ile konuşlandırmak gerekiyor diye düşünüyorum.
İYİP için ayrı bir paragraf, Millet İttifakı’nın meclis oy oranlarını topladığınızda KK’ya verilen oyun üzerinde çıkıyor. Yani birileri KK’ya oy vermeyip ittifak dışına oy atmış, Sinan Oğan’a. Peki kim olabilir bu kesim? Altılı masanın miniklerinin eti budu yokmuş, onu gördük. E CHP tabanı KK’ya vermeyip Ogan’a mı verir? Geriye İYİP kalıyor. Üstelik geldikleri ideolojik taban Oğan ile İYİP’in aynı. Bu kaçan oyun geri dönmesi için İYİP’in bu 15 günde gece gündüz çalışması gerekiyor. 

Cumhur İttifakı Değerlendirmesi:
Cumhur ittifakı yani AKP, bir kültür, kimlik, yaşam biçimi, adına ne derseniz deyin, siyaset üstü bir noktaya evrilmiş, bunu görüyoruz. Sosyologlar bunu daha iyi tahlil eder ama ‘Bu seçmenler bunca ekonomik krize, deprem felaketine rağmen nasıl AKP'ye oy verir’in yanıtı burada gizli bence, çünkü AKP’yi siyaset üstü bir noktada tutuyor bu kesim. 'CHP olsa sanki yıkılmayacaktı bu binalar, CHP olsa sanki bu ekonomik kriz olmayacaktı' gibi baştan sakat bir anlayışa sahipler, bunun açıklaması da kötülükle, salaklıkla, aptallıkla değil cehaletle olur. Zaten din toplumların afyonudur niye deniyor, işte böyle bir kitle için söylenmiş bu söz, yani bize özgü değil, dinin temel misyonu bu. 
İmam hatipler niye her mahallede açıldı, niye eğitimsiz bir toplum inşası üzerinde çalışıyor AKP, tam da bu yüzden işte. Yaşamın gerçekleri ile siyaset arasındaki tüm bu korelasyon kurulamasın diye, dindeki şükür kabullenişi siyasette kendine yer açabilsin diye. 
Görünen o bunu başarmış durumda AKP. 
Bir de bu cümleleri kuran kişinin yeğeni, dayısı, eşi dostu AKP eliyle bir kamu kurumuna yerleştirildiyse, üç beş de dökülen bu kesime dağıtılıyorsa, ki dağıtılıyor, niye riske girsin. Bu çarkı kırmanın yolu için kafa yorulmalı ama onlara küfür etmek bu yol değil, o kesin….

TİP-YSP değerlendirmesi:
TİP oylarımızı bölecek yaygarasının doğru olmadığını gördük sanıyorum. TİP oylarını HDP üzerine koyduğumuzda 2018 seçimlerinin altında kaldığını görüyoruz HDP’nin. Bence ‘Tip oylarımızı böldü’den çok daha ciddi bir sıkıntı söz konusu, zira HDP tabanı, ilk kez oy kullanacak gençler içinde açık ara birinci bir parti. Her seçim döneminde kemik seçmeni Kürt yoğun illerde artıyor. Buna rağmen oy kaybetmiş vaziyette. Bence ilk olarak HDP yönetiminin Selahattin Demirtaş sonrası neyi, nerde yanlış yapıyoruz da geriliyoruzu düşünmeli, TİP’ten konusundan önce. 
HDP, TİP’in ayrı liste konusunda da bir yönetim hatası yaptı, bunda TİP’in de sorumluluğu eşit. Bir ittifaksanız, bu konuyu kapalı kapılar ardında tartışacak, kavgasını verecek, bir karara varıp o kapıdan kitlelerin karşısına kol kola çıkacaktınız, bunu yapmadılar. Mesela böyle olsaydı, atıyorum İzmir 2 de YSP girmeseydi, TİP bir değil 2 vekil çıkarabilecek oya sahip olacaktı, buna karşılık mesela Antalya’da TİP aday çıkarmasaydı, YSP 2. Vekili çıkarabilirdi. Örnekler çoğaltılabilir, böyle bir bölüşüm ile ittifakın oyunu büyütebilir, mecliste TİP’in yanında HDP ile dayanışan, kendisine yönelen sol sosyalist oyları bünyesinde toplayıp meclise taşıyarak CHP tabanının sol kesimine bir alternatif yaratan bir parti konumlandırılabilirdi, bu yapılamadı. TİP ile rekabete girildi, bundan kaybeden de gördüğümüz üzere bir miktar YSP ama büyük miktar TİP oldu. 
TİP ayrı listeyi YSP’ye kabul ettirmeliydi, ettirmeden yola düşmemeliydi, bu da TİP’in hatası…

Son söz, 15 gün ne yapmalı:
O olmadı, bu tutmadı, bu yanlıştı demeyi 15 gün sonraya bırakarak ikinci tur için çalışmak durumundayız. Ortada kaybedilmiş bir şey yok, gerileyen bir AKP var, mecliste 25 civarı sandalye kaybeden, yüzde 50 altına düşen bir RTE var. Millet ittifakının sağcı unsurlarına bu süreçte iş düşüyor, AKP illerinde çaba göstermeliler. İYİP takkeyi önüne alıp düşünmeli, Oğan’a kaçan tabanına yönelik söylemler geliştirmeli, hem de hemen. CHP tabanı ise “yine olmadı” yılgınlığını bırakmalı, 15 gün daha çalışmalı. 
Ülkenin milliyetçileri KK’ya oy vermek için pazarlık masası kurarken, ittifakta olup KK’ya oy atmazken, HDP tabanı amasız fakatsız tulum çıkartarak KK’nın arkasında durdu, bu görülmeli, bu süreçte onları sandıktan kaçıracak söylemlerde bulunulmamalı. Politize taban nasıl olur CHP tabanına da herkese de gösteriyor HDP, bundan da ders almalıyız. 
Peki buna rağmen kaybetme oranı ne kadar, elbette yüksek. Çünkü bu toplum güçlüden yana durmayı sever. Kolay değil buradan maçı çevirmek ama imkansız değil. Eğer maç çevrilmiyorsa da şuanki oyun üzerinde bir oy ile KK bu seçimi tamamlamalı. Sonraki dönem için bu çok önemli olacaktır. Yüzde 60-40 ile kazanan bir RTE ile 51-49 kazanan bir RTE farklı olacaktır, ondan öte biz muhalifler 51-49 da daha farklı olacağız. Yüzde 40 tam bir yenilmişlik, hezimet olur, buna izin vermeyelim….



4 Mart 2021 Perşembe






Artık bir belgesel konusu değil: Küresel Isınma 


 ‘Küresel ısınma’ kavramı, önceleri belgesellerde duyduğumuz, bizim dışımızda, bizden uzakta olan bir durumu anlatan bir kavram olarak yaşamımıza dahil oldu. Evet küresel ısınma oluyor ama biz güzel bir coğrafyada, üç tarafı denizlerle çevrili, selin, dolunun, kuraklığın olmadığı, dört mevsimin hakkıyla yaşandığı bir ülkede yaşıyorduk. 
Yeşili görmek için Karadeniz’e çıkmak, deniz kum güneş için ülkemizin güneyine Akdeniz’e inmek, serin sularda doğayla bütünleşmek için Ege’ye gitmek yetiyordu. 
Hatta okulda öğrenmiştik, bir çok bilgi uçup gitse de onu birçoğumuz hiç unutmadı: 
‘Yazlar sıcak ve kurak, kışlar soğuk ve yağışlı…’ 
Ne kadar standart, olması gerektiği gibi değil mi? Yazın sıcak olur, yağmur yağmaz, kışın ise soğuktur ve yağış olmazsa olmazdır. 
Mevsimlerin dönemlerini de hala çocuklarımıza kitabi bir şekilde öğretiyoruz. Kış aylarımız hala okullarda Aralık-Ocak-Şubat, ilkbahar Mart-Nisan-Mayıs, yaz Haziran-Temmuz-Ağustos ve sonbahar ise Eylül-Ekim-Kasım ayları olarak öğretiliyor. 
Peki gerçekten öyle mi? 
Hatırlar mısınız mevsimlik kıyafet kavramımız da vardı, ince kazaklar, ince hırkalar, ceketler, baharlık elbiseler. Mevsim geçişlerinde kullandığımız kıyafetlerimiz gardırobumuzda önemli yer tutardı… 
Peki bugün nereye gitti o mevsimlik kıyafetler? Dolaplarımızda artık ya kalın kazaklar kabanlar ya da tişörtler, şortlar, bluzlar, ince askılılar var! 

İklim değişmiyor, küresel ısınıyoruz 

Peki bugün durum ne, herkesin üzerinde konuştuğu, kuraklık, iklim değişikliği, karbon salınımı, karbon ayak izi, fosil yakıtların yakın gelecekte Avrupa’da yasaklanması, yenilenebilir enerji, AB’nin yeşil üretim politikası kriterleri diye uzayıp giden bir dizi kavram… 
Farkında mısınız ne çok duyar olduk bu kavramları… 
Baharlar kalmadı, sert kıştan yaza, kavurucu sıcaklardan doğrudan kışa geçer olduk son yıllarda. Haberlerde güzel ülkemizde ne çok sel haberi görür olduk, rekor sıcaklıklar, aşırı soğuklar, yağışsız geçen kışlar, hatta geçtiğimiz aylarda yağmur duasına çıkanları da görür olduk. 
İzmir’de yaşadığımız deprem ve geçtiğimiz ay yaşanan aşırı yağışla meydana gelen sel, sonrasında daha sık görür olduğumuz dolu yağışları, hortumlar, düşen yağış miktarına bağlı olarak gelişen kuraklık artık iklim krizinin belgesellerdeki bir konu olmadığını, havası, suyu iklimi güzel bellediğimiz İzmir’de de, bizatihi hayatımızın içinde ciddi bir problem olarak yer ettiğini gösterir oldu. 
Türkiye’nin iklim sıcaklığına Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün verisi ile bakarsak karşımıza sürekli ısınan bir ülke çıkıyor. 10 yıllık periyotlarla bakarak son üç yılın ortalama Türkiye sıcaklığını baktığımızda sürekli ısınan bir ülke ile karşı karşıyayız: 
1970-1978 Yılları Arasında Türkiye Ortalama Sıcaklığı: 12,7 C 
1979-1987 Yılları Arasında Türkiye Ortalama Sıcaklığı: 12,8 C 
1988-1996 Yılları Arasında Türkiye Ortalama Sıcaklığı: 12,8 C 
1997-2006 Yılları Arasında Türkiye Ortalama Sıcaklığı: 13,4 C 
2007-2016 Yılları Arasında Türkiye Ortalama Sıcaklığı: 13,9 C 
2017 yılı 14.2 C 
2018 yılı 15.4 C 
2019 yılı ise 14.8 C 
2020 yılının da rekor bir sıcaklık ile kayıtlara geçeceği söylenirken su fakiri bir ülke olarak küresel ısınmayla mücadelede en önde olması gereken ülkelerin başında Türkiye’nin gelmesi çok net anlaşılıyor. Bu anlamda sanayicilerimizin suyu koruyacak önlemler alması, başta arıtma tesisleri olmak üzere doğayı koruyacak, karbon ayak izini küçültecek üretim modellerini benimsemesi de önem taşıyor. 
Donald Trump’un Paris İklim Anlaşması’ndan çekilmesi ile başlayan küresel ısınmayla mücadelede geri adım algısı, ABD’nin yeni başkanı Joe Biden’in tekrar Paris Anlaşması’na geri dönmesi önemli bir adım olarak değerlendirilebilir. 

Topyekûn mücadele şart 

Bu anlamda küresel olarak alınan önleme uymanın, ülke devletlerinin bu konuda yasal adımlar atarak bu mücadeleyi bir devlet politikası haline getirerek küresel mücadele içinde aktif bir bileşen olmalarının zamanı geldi de geçiyor bile. 
Karbon ayak izini küçültmek için atılacak adımlar, vahşi sulamanın önüne geçecek tarımsal önlemler, bölge iklimine uygun tarım politikası belirleyerek çiftçilerin eğitilmesi ve desteklenmesi, enerji tasarrufunu teşvik edici hamleler yapmak ve suyun kullanımında tasarruflu bir hayatı özendirmek ile beraber doğal su kaynaklarımızı koruyacak önlemleri almak sanıyorum bugünün hükümetlerinin öncelikli konularından biri olmak durumunda. 



Sera gazı salınımını durduralım 

Euronews’de çıkan bir habere göre Copernicus İklim Değişikliği Servisinin (C3S) verileri ve Dünya Meteoroloji Örgütü’nün (WMO) yayınladığı rapor 2020’de küresel hava sıcaklıklarının 1981-2010 ortalamalarından 0,6 C, sanayi devrimi öncesi dönemden ise yaklaşık 1,25 C daha fazla olduğuna işaret ediyor. 2020, aynı zamanda kayıtlara geçen en sıcak on yılın son halkasıydı. Bunun son altı yılı bugüne dek görülen en sıcak yıllar oldu. 
WMO’nun İklim İzleme ve Politikaları Servisi Başkanı Dr. Omar Baddour, “Yıllar arasındaki sıcaklık sıralaması, gezegenimizin geçtiğimiz yüzyıl boyunca devamlı ısınma kaydettiği ve bu eğilimin günümüzde devam ettiği gerçeği kadar önemli değildir. Bu ısınmanın sorumlusu, fosil yakıt kullanımından kaynaklanan ve ısıyı hapseden sera gazlarıdır” diyor. 
Kısacası sera gazı salınımı küresel iklim krizi ile mücadelede en önemli cepheyi ve mücadele alanını oluşturuyor. Çocuklarımıza güzel bir gelecek sunmak, iyi bir eğitim alarak sağlıklı ve topluma yararlı birer birey olmalarını istemek ve bu uğurda çaba sarf etmek her ebeveynin ortaklaştığı bir nokta. 
Peki onlara susuz, kurak, doğal afetlerle dolu ve kirli bir dünya bırakacaksak, yaşayacakları güzel bir gezegen kalmazsa tüm bu çabamız boşa gitmeyecek mi? 
O zaman kendi evimizden başlayarak su ve enerji tasarrufu için ne yapabiliriz, armatürlerden muslukların yapısına, rezervuarlara kadar düşünmek ve kendi eylem planımızı hayata geçirmek bireysel hamlelerin başında geliyor denebilir. Evimizden sonra kendi iş yerlerimizde, fabrika ve atölyelerimizde sera gazı salınımı, atık su berterafı ve enerji tasarrufu için neler yapabiliriz onları da değerlendirmek gerekli. 
Bu anlamda haydi gelin egzozumuzu kapatalım, araçlarımızdan inelim, bisiklete binelim. Bisiklet yolları son yıllarda kentimizde de çoğalıyor, bu fırsatı kullanalım. Bu konuda bir çok atılacak adım, alınacak önlem bulunuyor, yeter ki isteyelim. Çocuklarımız için, gelecek nesiller için... 

25 Haziran 2019 Salı

İstanbul Seçimi Anektodları, 32 Kısım Tekmili Birden




İstanbul seçimleri oldu bitti, herkeste bir bayram havası, sevinmeyi özlemiş millet :) Bu seçimin ön plana çıkanlarını fazla laf salatası yapmadan bu sefer  madde madde yazayım isterim, nice dolu tahlil okuyacağız zaten. benimki de bu sefer böyle olsun...

1-    HDP kitlesinin 31 Mart ve sonrasında onca tazyike, yönlendirme çabalarına rağmen yine, her zaman olduğu gibi dirayetle karşı durup bildiği yoldan şaşmamış olması kayda değer.  HDP’yi yolundan çevirmek için Apo’ya sarılan Bahçeli’yi de gördü bu gözler J
2-    31 Mart’ta umutsuz CHP kitlesi 23 Haziran’da sandğa koştu, Beşiktaş Kadıköy gibi ilçelerde seçime katılım kayda değer şekilde arttı. Umut her zaman işe yarar J
3-    Canan Kaftancıoğlu CHP İstanbul İl Başkanı gibi bir örgütçü kadın olmasa 31 Mart geçesi saat 22’de AKP’nin galibiyetini konuşuyor olurduk. Canan rocks!!

4-    AKP’nin tüm gövdesiyle çalışmasına, zillet ittifakı, beka, terör cephesi söylemlerine, hatta reise rağmen sandık sonucunu kabul etmeyen, AKP’yi cezalandıran yüzde 4 civarında bir AKP-MHP seçmeni mevcut. Asıl AKP için dert edinilecek yer burası. Sökülecek çorabın ilk deliği bu kesim, oradan da Babacan nanik yapıyor J
5-    AKP’nin seçim iptali, tamamen yönetememe krizine girmiş, felç olmuş bir AKP ile karşı karşıya olduğumuzu gösterdi. Bundan sonra AKP içinde bölünme, Babacanlar, Abdullah Güller kesin harekete geçerler. Tutana aşk olsun, vurduğunuz yerden ses gelsin J
6-    2020 Aralık 2021 Mart gibi erken seçim yüksek ihtimal diye düşünüyorum.
7-    RTE az farkla mağlubiyeti kabul etmişken, “ilçeler bizde, bu bize yeter, çaldılar der, 4 yıl mağduru oynarız” derken onu seçim iptaline götüren Berat’ın ekibi Pelikancıların tüylerinin nasıl yolunacağını hep beraber izleyeceğiz, eğlenceli olacak J Nagehan Alçı’dan başlarlar umarım eheh J
8-    Ekrem İmamoğlu’nun kullandığı kucaklayıcı dile hasret kalmış bir toplum onu gördük, bir de kazanmanın tadını unutmuş bir kesim. After Party şart ara ara bizlere J
9-    CHP’li teyzelerin HDP otobüsüne el sallayan bir videosu vardı, zafer işareti yapıyorlardı. Artık katı ulusalcı, şovenist ulusalcılar hariç CHP’li kesim, beyaz türkler vs HDP ile yan yana gelmekten beis duymuyorlar artık, bu önemli. Birlikten kuvvet doğarın tadını aldılar tabi J

10- Kurulan ittifak (millet ittifakı artı HDP) yine kalabalık olanın (CHP) çıkarı, faydası için kurulmuş bir ittifaktı. Küçüklerin ittifakta var olma sebepleri, motivasyonları başkaydı. (İyi Parti var olma, HDP ise AKP’yi geriletme ve Türkiye partisi olduğunu yine yeni yeniden gösterme)
11- Bundan sonraki süreçte HDP üzerinde yürütülen baskı ve hukuksuzlukların karşısında CHP’nin daha çok ses çıkarması gerektiğini ve bunu en azından CHP’nin HDP’ye borçlu olduğunu düşünen büyük bir HDP kitlesi var artık. Sonraki seçimlerde bağrına taş basmadan HDP’linin oyunu isteyecekse CHP, bu süreçte göstereceği yaklaşım çok önemli. Sezgin Tanrıkulu yetmez kısacası…
12- Selahattin Demirtaş bu ülkenin en önemli liderlerinden biri olduğunu yine gösterdi. İçerden ketıl ile attığı twitler ile 31 Mart’ta “Bağrınıza taş basın, oyunuzu Ekrem’e atın” sözü, 23 Haziran’da ise “HDP’li bu sefer bağrına taş basmadan oyunu kullanacaktır” açıklaması ile hem iktidarın son hafta akla ziyan çıkarttığı Apo kartını boşa çıkardı, hem de bu ülke siyasetinde HDP ile beraber üçüncü bir yol açma konusundaki kararlığını yine gösterdi.
13- Başta Selahattin Demirtaş olmak üzere, tüm siyasi tutuklular serbest bırakılsın.

14- Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiç birimiz ne güzel bir slogan…


17 Haziran 2019 Pazartesi

İçselleştirilmiş Irkçılığımız ve Suriyeliler...



Suriye ve Suriyeliler yine gündem. Uzun zamandır yazmayayım yazmayayım diyordum ama yok, olmayacak...
Üstelik bu sefer baya yüksek perdeden ırkçılık saçılıyor etrafa.
Bakın bu ırkçı hezeyanların, eleştiri adı altında ortaya saçılan saçmalıkların büyük kabul görmesi, desteğinin bol olması onu doğru, adil, ne bileyim hakkaniyetli yapmaz, hele ki pespaye ırkçılık barındırıyorsa, o ırkçılığı hiç bir şekilde temize çekmez, bunu bir bilin önce. 
Linç kültürü tam da bundan beslenir.

Hitler Almanyası'na bakın, tüm ülke arkasındaydı adamın, bu Nazizm'i doğru yapar mı? O yüzden önce o güruh halinde ırkçılığa teslim olmadan, Suriyeliler konusunda aklı selim yaklaşım gösterenleri bir linç etmeyi bırakalım.
Üstelik bu lince tuzlukla koşanlar, aktrollerin yaptığı linçlerden her fırsatta şikayet eden kesim.
Neyse, devam edelim, Türkiye'nin 1951 yılında Cenevre'de imzalanan mülteciler sözleşmesine coğrafi şart koyduğunu ve bugüne kadar da o imzasının arkasında durduğunu biliyor musunuz mesela? Coğrafi şartın kapsamı da şu, Avrupa Konseyi üyesi ülkelerden gelen sığınmacıları mülteci kabul ederiz, başka bir yerden geleni mülteci kabul etmeyiz.
Avrupa'dan hangi sığınmacı sana gelecek kuzum? Yani demişiz ki “Biz kimseyi mülteci kabul etmiyoruz. Sığınmacı olsunlar...”

Çünkü sığınmacı olunca, sığınanın üzerinde nerdeyse sınırsız tasarruf hakkın olur,  ancak bu insanlar mülteci olursa hakları uluslararası yasalarla tanzim edilir.
Bunu istememiş senin devletin...
Önce bunu bir bil, sorunun kaynağını bir önce doğru gör...
Dün Binali Yıldırım, Ekrem İmamoğlu ile buluşmasında Suriyeli sığınmacılar için "geçici koruma statüsüne sahipler" dedi ve ekledi, suç işlerlerse, huzursuzluk yaratırlarsa hop sınır dışı edeceklermiş. 
Suriye’den bu insanlar ölümden kaçmış, sen burda keyfini kaçırdı diye sınır dışı etmekten bahsedebiliyorsun mesela. Mülteci statüsü bu yüzden önemli, öyle kafana göre hareket etmeyesin, insanları ölüme sürmesinler diye bu sözleşme hazırlanmış. Aynı zamanda belli hakları olsun ki, çalışabilsinler, çocukları eğitim alabilsin demişler. Sömürülmesinler, yaşamak için suça bulaşmak zorunda kalmasınlar, çocukları işçi, kızları kadınları üç kuruşa alınıp satılan mal olmasınlar diye mülteci sözleşmesi derlenmiş. Senin ülken ise bunu fiilen boşa çıkaracak bir şekilde şart koyarak imzalamış.
Sonra ortalık Çarşamba pazarına dönünce kabahatı ülkene değil bu insanlara bulmak en hafif tabiriyle ayıp…

Suriye konusuna dönersek yine, adamların ülkesinin bu halde olmasının en temel sebeplerinden biri senin ülkenin hasmane tutumu farkında mısın? Sen adamların ülkesinin ağzına et, üç gün sonra Emevi Camisi'nde namaz kılarım diye plan yap, ÖSO diye elin sünni şeriatçı, kafa kesen çetelerini İstanbul'da konferans adı altında organize et, insanların memleketlerini yangın yerine çevir, canını kurtarmak için kaçıp senin ülkene gelenleri de mülteci olarak kabul etme, Avrupa'nın “bende mülteci olmasınlar, sığınmacı olarak Türkiye'de kalsınlar” diye verdiği rüşveti senin devletin cebine indirsin, sonra sokakta, sahilde, mahallede sersefil yaşayan, senin ülkenin işverenlerinin, esnafının ucuz işgücü olarak kullandığı, sigortasız, karın tokluğuna çalıştırdığı çocuklara, gençlere, insanlara, hayata tutunmaya çalışanlara en pespaye telden, en pis ırkçı argümanlarla saldır.
Yok öyle yağma be kardeş, öyle bi dünya yok, kusura bakma…

Üstelik bunu yaparken savaştan kaçana gidip savaş diyecek kadar izan yoksunu ol.
Benim mehmedim ölürken o nargile içiyormuş, senin Mehmed'in orda ne arıyor, senin Mehmed'in niye ölüyor sorgulama, ama savaşı, ölümü bu insanlara layık gör.
Mehmedin ölmesin, savaştan kaçmış bu insanlar ölsün öyle mi? Aylan bebek Ege Denizi’nde ölürken ahlanan vahlanan bu ülkenin insanları, bugün hep bir ağızdan neredeyse o Aylan bebekleri haşerat olarak görür oldu.
Haber dilindeki ırkçılık
Şimdi çıkacaktır birileri, ama şunu yapmışlar, ama bunu yapmışlar, bir soru sorayım o halde. Bir tecavüz vakası olduğunda falanca erkek falanca kadına tecavüz etti diye haber okurken, erkeği milliyetinden bağımsız lanetlersin de, o haberdeki erkeğin milliyeti Suriyeli olunca niye Suriyelilere bunu genellersin? 
Haberde tecavüzcü erkeğin milliyetinin özellikle belirtilmiş olmasının bir şeye hizmet ettiğini niye düşünmezsin? "13 yaşındaki Suriyeli kızı satın alarak kendine eş yapan Türk" diye haber okuyamazsın mesela.
Orda “Türk” belirtilmez.
Ya da Suriyeli kadına tecavüz edip bebeğiyle beraber kafasını ezen “Türk” erkekler haberini de okuyamazsın. Suriyeli kadına tecavüz ederek çocuğunu katlettiler diye okursun haberi. Kim katletmiş, kim tecavüz etmiş, hiç bilmediğimiz gibi milliyetine de nedense hiç girilmez o haberde.
Çünkü suçu birey işler, milliyeti değil.
İşte dildeki, gazetelerdeki, haberdeki ırkçılık böyle beslenir, desteklenir.

Sahillerimiz önceden biraz Miami, biraz Nice gibiydi değil mi?
Sahillerimizde, halk plajlarımızda magandalar dizi dizi sıralanıp bikinili kızları gözleriyle taciz ederken mesela, hiç Suriyeli yoktu bizim memleketimizde. Turist kadınların ırzına geçerken de yoktu Suriyeliler. Hepsini bu toprakların erkekleri yaptı. Misal yurtlarda çocukların ırzlarına geçenler de Suriyeliler değil, öz be öz bu toprakların insanları, bizim milliyetimizin insanları, Türkler.
Peki bu haberleri böyle mi okuyoruz, böyle mi yazılıyor?
Hayır tabi ki, niye “4 Türk genci 3 Alman turist kadına tecavüz etti” diye yazmayız, çünkü Türkleri rencide eder bu. Hem 4 pisliğin yaptığını tüm Türklere mi mal edelim? Etmeyelim tabi… Suriyelilere gelince niye bu işlemiyor?
Irkçılık zurnası tam da burada zırt diyor işte…

Sözün özü, elbette ki Suriye’de düzgün bir yapı tesis edildiğinde, güvenli bir ülke haline geldiğinde, oraya gittiğinde hangi grubun militanları kafamızı kesecek acaba endişesi kalmadığında bu insanların geri dönmesi için çalışmalar yapılabilir, yapılmalıdır da. İnsanlar teşvik edilir, dönüş için imkanlar sağlanır. Ama bu ülkede yaşamaya karar verenlere de bu ülkede yaşamak için asgari şartlar oluşturulur, o entegrasyon için çalışmalar yapılır. Çocuklarına eğitim verilir, bizim kültürümüzün dinamikleri öğretilir, kentte yaşacaklara kentlilik, köyde yaşayacaklara atıyorum tarım, çiftçilikle beraber bu toplumun kültürüne adapte olmalarını sağlayacak çalışmalar yapılır. Özellikle de çocuklarına bu ülkenin dilleri öncelikle öğretilir. Bunları yaparak, bu soruna bu şekilde yaklaşarak bu sorunu çözersin. Hayatındaki her sıkıntıyı Suriyelilere fatura etmeden yaşamasını da bilmek gerek, başka yolu yok bunun…


Aşağıda mülteciler sözleşmesinin arka planı ile Suriyeliler hakkında bilinen yanlışların sıralandığı linkler paylaşıyorum. Belki okursunuz. Buraya kadar okuyanlardan ümitliyim zaten, teşekkür ederim….